Hepimiz Bir "Tutunamayan" Değil Miyiz?
Bazen kalabalıkların ortasında yalnız hissederiz ya… İşte o anlarda herkesin gerçekten bir tutunamayan olup olmadığı sorusu gelir aklıma. Ardından, hepimizin adını duyduğu o kitap: "Tutunamayanlar." Oğuz Atay’ın kelimelerle ördüğü o ince ince acı, hani insanın boğazına oturur ya… Öyle bir his.
Olric’i hatırlıyor musunuz? Selim’in iç sesi. Ama sadece onun değil; belki Turgut'un, hatta hepimizin iç sesi. Birine anlatamadıklarımızı, sessizce bastırdıklarımızı, “boşver” deyip geçiştirdiklerimizi fısıldayan o tarafımız. Dışarıdan bakanlar belki hayatımızda her şeyin yolunda olduğunu sanıyor ama içimizde kaç parçaya bölündüğümüzü kim bilebilir?
Bir kafede otururken etrafı izliyorum bazen. Gülüşen insanlar, kahve kokusu, fonda çalan yumuşak bir müzik. Her şey “normal” ama içimde bir boşluk var. “Ben buraya ait miyim?” diye soruyorum kendime. Cevap yok. Belki de hepimiz, ait hissedemediğimiz dünyalarda tutunmaya çalışan Selim’iz. Ya da en azından bir yanımız öyle.
Toplumun kurallarına uymaya çalışıyoruz. “Şunu yapmalısın, böyle olmalısın, şöyle davranmalısın…” diyen sesler dört bir yanımızı sarmış durumda. Oysa içimizde bir ses daha var: “Ben böyle hissetmiyorum.” Ama sesimizi bastırıyoruz, çünkü uymazsak dışlanacağımızı sanıyoruz. Ne garip, değil mi? En çok kendimiz olmaktan korkuyoruz.
Tutunamayanlar, benim için sadece bir roman değil. Aynı zamanda kendimize çevirmeye cesaret edemediğimiz bir ayna. Kim bilir, belki de hepimiz bir parça Selim'iz, bir parça Olric'iz. Belki de tutunamamak, o kadar kötü bir şey değildir. Belki de tutunamamak, bu dünyada tutunmaya değer şeylerin ne olduğunu fark etmenin bir yoludur.
Eğer kendinizi bazen yabancı hissediyorsanız, bu satırları okurken içinizden “ben de böyleyim” diyorsanız, yalnız değilsiniz. Biz çok kalabalık bir “tutunamayanlar” kulübüyüz aslında. Birbirimizi fark ettiğimizde, belki de o zaman biraz olsun tutunabiliriz hayata. Ve işte bu yüzden, tutunamamak bir eksiklik değil bence. Aksine; içimizdeki bu huzursuzluk, bu yerleşememişlik hâli, aslında bize kim olduğumuzu, ne istediğimizi sorgulatıyor. Çünkü hayatın içindeki kalıplara, kurallara, hatta bazen kendimize bile tam anlamıyla sığamayınca yeni yollar aramaya başlıyoruz.
Belki de önemli olan, her şeye rağmen kendimize alan açabilmek. Kendi sesimizi duyabilmek. Oğuz Atay’ın Selim’i gibi değil, kendi Selim’imizi keşfederek. Kimseye benzemek zorunda olmadığımızı, bazen tutunamamanın da güzel olduğunu fark ederek. Çünkü bu hayat, kalıplar içinde yaşanmak için değil, özgürce keşfedilmek için var.
Tutunamayanlar'ın dünyasında aslında en çok aranan şey aidiyet değil mi? Bir yere, birine, kendimize ait olma hissi. Ama belki de önce kendimize ait olmayı öğrenmeliyiz. Kendimizle barışmalı, eksiklerimizle, zayıflıklarımızla kucaklaşmalıyız.
En büyük cesaret de bu değil mi? Tutunamayan olmak değil; tutunamadığını fark edip yine de yürümek, her şeye rağmen devam etmek, kendi yolunu açmak...
Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar'ında olduğu gibi, bizler de hayatın kalıplarına sığamayan, kendi iç dünyasında kaybolan ama vazgeçmeyen insanlarız. Belki de gerçek tutunamayanlık, başkalarının anlamadığı o derin yalnızlıkta değil, kendi sesimizi susturmaya çalışmakta gizlidir. O yüzden, Selim gibi kendimiz olma cesaretini gösterebilmeli ve “tutunamamak” dediğimiz o sancılı hâli kucaklayarak, kendi varoluş yolculuğumuzu tamamlamalıyız.
Çünkü her tutunamayanın içinde, bir gün mutlaka kendi dünyasına ait olacağı bir köprü vardır. Belki de tutunamamak; bir eksiklik değil, bir başkaldırıdır, bir direniştir.
Kübra YILMAZ
kubrayilmaztr16@gmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder